top of page
siyaset ve insan hakları (1)_edited.jpg

İnsan hakları, felsefî, siyasi, ahlakî ve hukukî boyutları olan bir kavramdır ve onun felsefi ve siyasi boyutu, hukukî, boyutundan önce gelir. Bu nedenle de insan hakları, sosyal kelam içinde konumlandırdığımız siyaset kelamının temel bir konusudur.

İnsan haklarını temeller bağlamında içeren siyaset felsefesinin (ve dolaylı olarak siyaset biliminin) Kelam ilminde önemli bir yeri vardır. Bu konu kelam eserlerinde, “imamet” başlığı altında çeşitli yönleriyle ele alınmıştır. Kelam ilminde imamet, ümmet için bir gereklilik olup olmadığı açısından; gereklilikse bunun sosyal bir gereklilik mi yoksa şer’î bir yükümlülük mü olduğu; şer’î bir yükümlülük ise bunun tek başına akılla mı yoksa sem’ ile mi bilineceği gibi yönlerden tartışılmıştır.


​Ayrıca toplumun başına bir yönetici nasıl tayin edileceği de detaylı olarak tartışılmıştır. Başta imamiyye olmak üzere Rafizîler, imametin nübüvvetin devamı niteliğinde olduğunu; nübüvvet gibi Allah ile insanlar arasındaki bir makam olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre insanlara elçiler ve haberciler yollaması Allah’a vacip olduğu gibi nübüvvet sona erdikten sonra da imam tayin etmesi Allah’a vaciptir. Mu’tezile’den bazıları da Hz. Peygamberin Hz. Ali’yi ismen değil vasfen imam tayin ettiğini söylemişlerdir. Ehl-i Sünnete göre imamet, en üst düzey yöneticilik,, hukuk çerçevesinde ve maslahat doğrultusunda idari tasarruflarda bulunmak üzere emanet edilmiş kamu görevidir. Bu nedenle de imam, toplum tarafından, temsilcileri vasıtasıyla tayin edilir.

İmamet konusunda tartışılan diğer bir husus da ilk dört halifenin durumudur. Haricîler, bu

konuda meşruiyet tartışmasını başlatan ilk gruptur, denebilir. Onlara göre Hz. Ebu Bekr ve

Ömer’in (r.s.) halifelikleri tamamen meşrudur. Hz Osman, ilk altı yıldan sonra, Hz. Ali’nin de

Tahkim Olayı’ndan sonra meşruiyetini yitirmiş hatta küfre düşmüşlerir.Rafizîlere göre, Allah

imamete Hz. Ali’yi nalsa tayin etmiştir. İlk üç halife, Hz. Ali’nin hakkını gasbetmiş oldukları

imametleri de meşru değildir. Şia içinde yer alan Zeydiyyeise imamete en layık kişi Hz. Ali

olmakla birlikte Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın (r.a.) hilafetinin de meşru olduğu-

nu kabul eder. Çünkü onlara efdal yani toplumda halifelik için daha layık daha üstün biri

varken mefdulün daha az faziletli birinin halife olabilir. Bu görüş, Bağdat Mu’tezile’sinde de

görülür. Ehl-i sünnet açısından da ilk dört halifenin meşru halifeler olduğunda kuşu yoktur.

Onların halifeliklerinin kronolojik sıralaması, onların fazilet sıralamasına paraleldir. Onlar,

Aşere-i Mübeşşere denen cennetle müjdelenen on sahabinin başında gelir.

 

Tağallüb imameti konusunda da farklı görüşler vardır. Teğallüb imameti, toplumun temsilcileri tarafından seçilmemiş birinin güç kullanarak devlet yönetiminin başına geçmesidir. Genel itibariyle ehl-i sünnet, toplumda iç-çatışmaya yol açmadan meşru bir yönetimin tesis edilemeyecekse, bu yolla da imametin tesis edileceğini kabul etmiştir. Ancak bu durum, zaruret hâlinde hayatta kalacak ölçüde domut eti yemek gibi bir ruhsattan ibarettir.

 

Diğer bir tartışma da adaletten ayrılan, insanlara zulmeden, hukuka aykırı bir siyaset izleyen halifelerin durumuna ilişkindir. Mu’tezile, halifeliği “iyiliği emret ve kötülükten nehyetme” ilkesinin bir gereği olarak görmüş, bu ilkeye aykırı hareket eden bir yönetimin varoluş nedenini yitiriceğini savunmuştr. Onlara göre müslümanlar, böylesi bir yönetimi değiştirmek, yerine adil bir yönetim tesis etmek için çalışmalıdır. Zeydiyye de Mu’tezile gibi düşünmektedir. Ebu Hanife ve el-Cessâs gibi bazı Hanefî âlimler de buna yakın bir görüşe sahiptir. Eş’ariyye ve Mâturîdiyye ise şer’î hükümlere uymayan ve hakla zulmeden bir sultanı karşı ayaklanmak, iç savaşa neden olacak dolayısıyla durumu daha da kötüleştirecekse bundan kaçınmak gerktiğini şöylemişlerdir. Ancak onlar, sultanın şer’î hükümlere aykırı emirlerine itaat edilebileceğini de kabul etmezler. Çünkü, sultana itaat maruf çerçevesindedir, Allah’ın emirlerinin hilafına olarak sultana itaat edilemez. Ahmed b. Hanbel ve ibn Teymiyye gibi selefî âlimler de zalim sultana karşı ayaklanmayı da onun şeriata aykırı emirlerine itaati de onaylamazlar.

 

Ancak kelam ilminde siyaset meselesine yer verilmesine ilişkin bazı hususlara dikkat çekmek gerekmektedir.

 

İlk olarak, imamet, İslam’da doğrudan bir inanç konusu değildir.Bunların temelinde ihtilaf konusu siyasi görüşlerin itikat haline getirilmesi vardır. Örneğin, Şia, imameti beş temelden biri olarak kabul etmiştir. Bu cevaben ehl-i sünnet kelamında da bu konuya yer verilmiştir.

 

Ehl-i sünnet kelamında bu konuya yer verilmesi de kelam ilminin diğer meselelerinden farklı bir özelliktedir. Mebadî dışında yer alan diğer meseleler, bir inanç konusunun kelamî açıdan incelenmesi, akidenin kelamlaşması şeklindedir. Oysa siyaset, doğrudan inancın konusu değil ama dolaylı olarak inançla ilgili bir konudur. Ancak, kelam tarihinde çeşitli inanç gruplarının ortaya çıkmasında, fırkalaşmada rol oynamış bir ihtilaf konusudur. Siyasî görüşler, bu fırkalaşmalar neticesinde akide haline getirilmiştir. Özellikle şiî gruplarda imamet, en temel inançlardan biri, İmamiyye’de görüldüğü üzere nübüvveten sonra gelen bir ianç esası, “el-usûlü’l-hamse”den biri olmuştur. Bu görüşlerin kelamcılar tarafından ele alınması, meselenin aslının ortaya konması gerekmiştir. Bu gereklilik neticesinde de kelam ilminde imamet-hilafet meselesi temel bir konu başlığı hâline gelmiştir. Zamanın bilgi ve kültür birikimini de yansıtan siyasi görüşler, insanların inanması gereken akidelere dönüştürülmüştür.

 

Bu sorunun giderilmesi, siyasetin bir akide konularının dışında değerlendirilmesi, dolayısıyla “sitematik kelam” içinde değil “sosyal kelam” içinde ele alınmasıdır.

 

Aslında, siyaset konusunda kelamcıların söyledikleri, inanç esasları değildir. Daha açık ifadeyle, mümin olmak için bunlara da iman etmek gerekir, denebilecek akideler değildir. Bu nedenle de siyasetin kanaatimizce, “sistematik kelam” içinde değil “sosyal kelam” içinde yer alması gerekmektedir.Siyaset, sistematik kelamın konusu olmamalıdır. Çünkü sistematik kelam, inanç esaslarının delillerle tespit, temellendirilmesi ve savunulmasını konu edinir.

 

Diğer yandan siyaset, ilkesel bakımdan ve temel anlayış açısından inançla ilgisiz değildir. Siyaset konusundaki görüşlerin doğrudan inanç kuralları teşkil etmemsi ama inançla da ilgisiz olması nedeniyle bu konu sistematik kelamın değil sosyal kelamın konusudur.Siyaset felsefesi varsa siyaset kelamı da var olacaktır. Siyaset kelamı da sosyal kelam içinde yer almalıdır.

 

İkinci olarak, Kur’an’da doğrudan siyaset alanıyla ilgili somut düzenlemeler yer almaz. Ancak sosyal alana ilişkin genel ilkeler yer alır. Burada genel çerçevesini verdiğimiz siyaset kelamı, temellerini İslam’ın tevhid ve adalet gibi ilkelerinde, insan ve toplum anlayışı, bireyin hakları ve sorumlulukları, çoğulculuk, emanet, iyiliği emir ve şura gibi kavramlarda bulur. Ancak, bunlar da doğrudan ve münhasıran siyasetle ilgili değildir. Örneğin, iyiliği emir ve şura, çekirdek toplumsal ilkelerdir. Toplum hayatının her alanında uygulamaları ve açılımları vardır. Toplum siyaseti de içerir. Bu ilkeler de siyasete aktarılır, aktarılmalıdır.

 

 

siyaset ve insan hakları (4).png
sinsan_haklar_wrı.png
sinsan_haklar_wrı.png
sinsan_haklar_wrı.png
sinsan_haklar_wrı.png
sinsan_haklar_wrı.png
bottom of page